Beni Kör Kuyularda


Güldiyar'a ne oldu?


Anlatmaya nereden başlarım nasıl duygularımı toparlayabilirim bilemiyorum. Kitabı bitirdiğimden beri o kör kuyuya bakıyor gibiyim. O yüzden bir soru sorarak başlamak istedim: "Güldiyar'a ne oldu?" 
Alegori'nin, postmodernizmin ve uzun bir aradan sonra tam bir Hasan Ali Toptaş romanı diyebileceğimiz masalsılığın zirvelerde olduğu bir roman "Beni Kör Kuyularda". Takip edilmesinin kolaylığı bakımından 'Kuşlar Yasına Gider' romanına benzetebiliriz. Kitaba adını veren Ümit Yaşar Oğuzcan'ın şiirine hiç girmeyeceğim ben. Çünkü kitap boyunca Güldiyar ağladı ben ağladım desem yeridir. Uzunca bunlar hakkında konuşmak istiyorum. 

Kitap Güldiyar'ın babasına öğle yemeğini götürmesiyle başlıyor diyebiliriz. Sonra her ne oluyorsa oluyor ve Güldiyar döndüğünde konuşamaz hale geliyor. Güldiyar'ın hali hal değil. Belli ki bir şey oldu ama hiç kimse bilmiyor. Annesi ne olduğunu soruyor kızına, kıvranıyor konuşsun diye ama nafile. Güldiyar başlıyor ağlamaya. Öylesine bir acı ki ağladıkça gözünden dökülenler yaş değil yaş büyüklüğünde taşlar oluyor. Derdine bir çare yok. Ne hekimler biliyor çaresini ne zavallı Bahriye ne de Muzaffer... 

Şimdiden sonra kendimi tutamayıp olan biten her şeyi anlatıvermek geliyor içimden. Ama okurken karşılaşmanız gerek olan bitenle. 

Güldiyar'ın gözyaşlarına dönelim yeniden. Bir zaman geliyor ki Güldiyar'ın gözünden taşlar döküldüğü etrafa yayılıyor. İnsanlar akın akın onu görmeye, dökülen taşları alabilmek için sıraya girmeye başlıyor. Hatta bir yerden sonra parayla görülebilen bir ticaret kapısına dönüşüyor Güldiyar'ın acısı.

Alegori, postmodernizm derken burada devreye bir çeşit de 'skopofili' giriyor. Bakma hazzının, izlemekten zevk almanın ayrı bir boyutu. Acıyı, hüznü izlemekten zevk alma... Televizyondaki gündüz kuşakları geliveriyor insanın aklına. Acı içinde aileler, dipsiz kuyulara itilen kadınlar, evlatlarını yitirenler... Bunları uyuşmuş beyinlerle ve boş gözlerle izleyen-izlemekten zevk alan bir topluluk! Sadece bu kadar da değil. Duvarların ardında görünmeyen varsa bunları da tümüyle sergileyen 'hoparlör' var bir de. Okurken aklınıza sosyal medya gelecek hemen. Hiç kaçırmadan -kaçırdığına hayıflanan- duvarın ardındaki görünmeyeni topluluğa çığıran bir adam! 


Onlarca acı, onlarca kötülük var. Okurken kıvrandıracak kadar çok... Hasan Ali Toptaş öyle bir şey söylüyor ki altını çizip ardından kitabı kapatıp biraz düşünme vakti: "Sen diyorsun ki, kötüler gelip bize kötülük edinceye kadar iyidirler, başımızın üstünde yerleri vardır."

O kadar doğru ki...

İnsanların azılı bekleyişinden ayrı bir mesele daha peyda ediyor çünkü: başkalarının acılarından faydalananlar ve bu acıları fırsata çevirenler. Sırtından bıçaklayıp kanını emenler sürüsü bir anda tablosundan çıkıyor ve gerçek hayatta yerini buluyor. Peki kimdir bunlar? Nedim mi, Şakir mi? Her gün değişen birileri ama başı kim bu sürünün kimse bilmiyor.





Hüseyin var bir de.. Peki Hüseyin'e ne oldu? Hikayenin başından beri beklenen Hüseyin ailenin kayıp oğlu. Belki de hiç olmayan ama hep beklenen bir ümit aslında Hüseyin. Öyle bir noktaya gelinmişti ki sonlara doğru Hüseyin'in çıkıp geleceğine dair bir his... Hüseyin bir kurtuluştu ama nasıl bir kurtuluş? Hüseyin'in geleceğini hissettiklerinde ardından hep bir ölüm geldi nedense. Hüseyin'e kendi alegori dünyamda böyle bir görev de biçmiş olabilirim bilemiyorum.


Kitabın sonlarına geldiğimde ise Hasan Ali Toptaş'ın yüreğinde bu kadar acıyı nasıl tutabildiğine şaşkındım. Bu çok fazla bir acı çünkü.

Kim nereye gitti; "Hakikaten gittiler mi? Gittilerse nereye gittiler?"

"Aynı zamanda zamanın doğusuna doğru gitti sanki, hayallerin doğusuna, belki de uykuların doğusuna doğru gitti."

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ben Bir Gürgen Dalıyım

Kemal Tahir - Yorgun Savaşçı

Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Film)